30 Kasım 2007 Cuma

Türkiye'de 2 bin 711 vaka

Sağlık Bakanlığı, Türkiye'deki AIDS vakası sayısının bu yılın Haziran ayı itibariyle 2 bin 711'e ulaştığını açıkladı.

Sağlık Bakanlığı'ndan Dünya AIDS Günü nedeniyle yapılan yazılı açıklamada, hastalığın HIV nedeniyle oluştuğu, gerekli önlemler alınmadığı takdirde hızla yayıldığı belirtildi.
 
Dünyada her gün 11 bin yeni HIV enfeksiyonu meydana geldiğinin tahmin edildiği kaydedilen açıklamada, etkilenen kişilerin çoğunluğunu en üretici çağlarındaki 25 yaş altındaki gençlerin oluşturduğu belirtildi.
 
Hala dünyada yaklaşık 40 milyon erişkin ve çocuğun HIV ile enfekte olduğu ifade edilen açıklamada, yeni HIV/AIDS'li çocuk sayısının ise 2.3 milyon olduğuna işaret edildi.
 
Türkiye'de 1985'den bu yana AIDS/HIV enfeksiyonu görüldüğü hatırlatılan açıklamada, bu yılın Haziran ayı itibariyle 638'i AIDS, 2 bin 73'ü taşıyıcı olmak üzere vaka sayısının 2 bin 711'e ulaştığı bildirildi.
 
İstatistiklere göre, enfekte olanlardan yüzde 52'sinin hastalığı korunmasız cinsel ilişki yoluyla, bunların başlıcasının da heteroseksüel ilişkiden kaynaklandığı kaydedilen açıklamada, "Bu yolla, eşlerinden HIV enfeksiyonunu kapan kadın sayısı artmaktadır" denildi.
 
Sağlık Bakanlığı, AIDS'in aileleri ve toplumu parçalamasına izinverilmemesi, hasta bir kişinin kan bağışında bulunmaması ve durumuncinsel partnere açıklanması gerektiğini bildirildi.
 
Bakanlık uyarıları:
 
  • Tek eşliliği ve sadakati önemsemeliyiz.
  • Kondom kullanımını teşvik etmeliyiz.
  • AIDS'lilere ve ailelerine yardımcı olmalıyız
  • Çocuklarımızı ve gençleri hayatın bir gerçeği olan cinsellik konusunda aydınlatmalı ve korunma yollarını anlatmalıyız
  • HIV/AIDS taşıdığını öğrendiğimiz kişileri suçlamamalı, yargılamamalı ve dışlamamalıyız
  • HIV/AIDS günlük yaşamdaki sosyal ilişkilerle, yanaktan yanağa öpüşmekle, aynı tabaktan yemek yemekle ve aynı tuvalet ve banyoyu kullanmakla bulaşmaz.
  • Damar yoluyla uyuşturucu kullanımı, yüksek HIV bulaşma riski taşır


  • Ýkiz Kuleler saldýrýsý astýmý artýrdý

    ABD'de İkiz Kuleler'e 2001 yılında düzenlenen saldırının ardından bölgeye yakın yerlerde yaşayan çocuklarda görülen astım vakaları 2 kat arttı.

    New York sağlık yetkililerinin yaptığı araştırma, saldırının ardından 2001, 2003 ve 2004'te kontrolden geçirilen 3 bin 100 çocuktan yarısının solunum sorunu olduğunu ortaya koydu.
     
    Araştırmada, "İkiz Kuleler'in yıkılmasının ardından toz bulutlarına maruz kalan çocukların kentin başka bölgelerinde yaşayan çocuklara göre astıma yakalanma riskinin iki fazla olduğu" belirtildi.
     
    Araştırmanın, 5 yaşın altındaki çocukların saldırıyı izleyen 2-3 yıl içinde astıma yakalanma olasılığının çok daha fazla olduğu vurgulandı.
     
    Travma konusundaysa, İkiz Kuleler'in bulunduğu Manhattan'ın güneyinde yaşayan çocukların diğer çocuklara göre daha fazla psikolojik gerilim yaşadığına ilişkin bir gösterge bulunmadığı belirtildi.
     
    Saldırıdan 6 yıl sonra da çocukların solunum sorunları olup olmayacağını belirlemek için araştırmalar devam ediyor.
     
    Saldırının ardından bölgeye giden kurtarma ekipleri ve enkazı kaldıran ekiplerin astıma yakalanma olasılığının daha fazla olduğuna dikkat çekildi.

    Tiroid az çalýþýrsa hamile kalmak zor

    Tiroid bezinin az çalışması kadının hamile kalmasını zorlaştırırken, çok çalışması da erken doğum ve düşüklere neden oluyor.

    Tiroid bezinin fonksiyonel hastalıkları hipertiroidi (tiroid bezinin aşırı çalışması) ve hipotiroidi ( tiroid bezinin yavaş çalışması) olarak ikiye ayrılıyor. Tiroid bezinin yapısal kusurları da var.
     
    Eğer tiroid bezinin boyutları artmışsa bu duruma guatr deniliyor.  Tiroid bezinin yapısı bozulmadan genel olarak hacmi atmış ise düffüz guatr, nodüller oluşturarak yapısı değişmiş ise nodüler guatr olarak isimlendiriliyor.
     
    Acıbadem Sağlık Grubu'nda görev yapan Doç. Dr. Ender Arıkan, bezin az çalışması durumunda ilk üç ayda sorunun giderilmesi gerektiğini söyledi.
     
    Kadınlarda tiroid bezinin az çalışması, hamile kalamamanın dışında önemli sorunlara neden oluyor. Eğer kadın hamile kalmasına rağmen, tiroid bezinin az çalıştığını bilmiyorsa ve sorun ilk üç ayda giderilmemişse, bebekte zeka ve gelişme sorunları ortaya çıkıyor.
     
    İlk üç ayda bebeğin tiroid bezleri gelişmediği için anne karnında büyümesini sağlayan ve annesinden alacağını tiroid hormonlarına ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen bebeğe ihtiyacından daha az tiroid hormonu geçebiliyor. Anne tiroid bezinin az çalışmadığını bilmeyince de bebekte sorunlar ortaya çıkabiliyor.
     
    Bu nedenle, bebek yapmayı planlayan kadınlara mutlaka tiroid bezinin durumunu gösteren testler yapılmasını öneren Doç. Dr. Ender Arıkan, "Durumun önceden bilinmesi önlem alınmasını sağlar. Üç aydan sonra bunu öğrendiğimizde bebek için geç kalmış olabiliriz" dedi.
     
    Tiroid bezinin çok çalışması (Hipertiroidi) halinde kadının  hamile kalmasında problem çıkmıyor. Ama erken doğum ve düşükler görülüyor. Burada sorun iyot eksikliğinden ve oto immün tiroid hastalıklarından (tiroid fonksiyonlarını bozmamış ama bozmaya aday hastalıklar) kaynaklanıyor.
     
    Doç. Arıkan, annelerde oto immün hastalıklardan biri olan Haşimoto'nun bulunması halinde hamileliğin mümkün olduğuna değindi:
     
    "Haşimotoda hafif doz tiroid hormonu verilerek düşük yapması sağlanıyor ancak hamileliğin sürmesinde genel anlamda sakınca bulunmuyor. Eğer hasta iyot eksikliği olan bir yerde yaşıyorsa,  iyot eksikliğinde hem annenin tiroid bezi fonksiyonları bozuluyor, hem de bebeğin gelişiminde aksamalar oluyor. İleri derecede zeka geriliği oluyor.
     
    Günlük iyot ihtiyacı da normalde 150 mikrogram ise annede 200 mikrograma kadar yükseliyor, bu açıdan destek olunması gerekiyor. Annenin mutlaka iyot alması gerekiyor." 
     
    Tiroid bezinin az veya çok çalışmasının dışında bir de, nodüler guatr sorunu var. Bu nodüller hamilelikte kalabiliyor, hamile kalınmasında da bir sakınca yok. Biraz büyüse de tedavi gerekmeyebiliyor. Ancak kişide tiroid kanseri varsa ve hamilelikte anlaşıldıysa, ameliyat hamilelik sonuna kadar bekletiliyor.
     
    Doğumdan sonra anne ameliyat olabilir. Hamilelikte tiroid bezinin çok çalışması halinde üç üyda bir bulantı ve kusmalar meydana geliyor. Kandaki TSH değeri düşüyor, T3 ve T4 hormonlarının oranı yükseliyor. Bu durumda hastaya ilaç verilmesi gerekiyor. Eğer sorun hamileliğin ilk 3 ayında düzelmezse, ikinci 3 aylık dönemde ameliyat olabiliyorlar.
     
    Doğumdan sonra sorunun artacağına değinen Doç. Arıkan, "Hamilelikte bağışıklık sistemi baskılanır. Doğumla birlikte bu baskı ortadan kalkınca, doğum olur olmaz bağışıklık sisteminin cevabı başlar. Hamilelik ve hamilelik sonrasındaki ilaç dozları bu nedenle önemli bir konu. Bu dozları doktor gözetiminde ayarlamak gerekiyor" dedi.
     
    Doğum olunca ilaca ihtiyaç azalıyor, ama bu dozlarda devam edilirse gereksiz ilaç kullanımına bağlı olarak tiroid bezi çok çalışıyor. Bu nedenle dozların doktor tarafından gelişmelere göre ayarlanması hayati önem taşıyor.

    29 Kasım 2007 Perşembe

    Saldýrý astýmý artýrdý

    ABD'de İkiz Kuleler'e 2001 yılında düzenlenen saldırının ardından bölgeye yakın yerlerde yaşayan çocuklarda görülen astım vakaları 2 kat arttı.

    New York sağlık yetkililerinin yaptığı araştırma, saldırının ardından 2001, 2003 ve 2004'te kontrolden geçirilen 3 bin 100 çocuktan yarısının solunum sorunu olduğunu ortaya koydu.
     
    Araştırmada, "İkiz Kuleler'in yıkılmasının ardından toz bulutlarına maruz kalan çocukların kentin başka bölgelerinde yaşayan çocuklara göre astıma yakalanma riskinin iki fazla olduğu" belirtildi.
     
    Araştırmanın, 5 yaşın altındaki çocukların saldırıyı izleyen 2-3 yıl içinde astıma yakalanma olasılığının çok daha fazla olduğu vurgulandı.
     
    Travma konusundaysa, İkiz Kuleler'in bulunduğu Manhattan'ın güneyinde yaşayan çocukların diğer çocuklara göre daha fazla psikolojik gerilim yaşadığına ilişkin bir gösterge bulunmadığı belirtildi.
     
    Saldırıdan 6 yıl sonra da çocukların solunum sorunları olup olmayacağını belirlemek için araştırmalar devam ediyor.
     
    Saldırının ardından bölgeye giden kurtarma ekipleri ve enkazı kaldıran ekiplerin astıma yakalanma olasılığının daha fazla olduğuna dikkat çekildi.

    "Obezite dünyada salgýn haline geldi"

    Dünyada 8 bine yakın obezite hastasına ''mide kelepçesi'' gibi cerrahi yöntemleri uygulayan, Belçikalı Bariatrik Cerrahi (obezite cerrahisi) Uzmanı Dr. Bruno Dillemans, obezitenin dünya genelinde bir salgın haline gelmeye başladığını bildirdi.

    Dillemans, Bursa Cerrahi Derneği'nce düzenlenen bir toplantıya katılmak üzere geldiği Bursa'da halk arasında"şişmanlık" olarak nitelendirilen obezitenin, vücudun fiziksel yapısına uymayacak ölçülerde aşırı derecede yağ depolanması sonucunda oluştuğunu söyledi.
     
    Vücudun ideal kilosunun yüzde 20 ya da daha fazla oranda artmasının sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olduğunu ifade eden Dillemans, "vücut kitle indeksi" 30 olanların "obez", 40'ı geçenlerin ise "ölümcül obez" olarak nitelendirildiğini kaydetti.
     
    Dillemans, batı ülkelerinde obezitenin yüzde 20-25 oranında, ölümcül obezitenin ise binde 5-10 oranında görüldüğünü dile getirirken,"Obezite dünya genelinde bir salgın haline gelmeye başladı. Bu yüzden salgın olarak nitelendirebileceğimiz obezite son yıllarda yavaş yavaş değil çok hızlı bir artış gösteriyor" dedi.
     
    Belçika'da halkın yüzde 25-30'unun vücut kitle indeksinin 30 veya üzeri olduğunu, obezitenin görülme sıklığı açısından ABD birinci, İngiltere'nin ise ikinci sırada yer aldığını anlatan Dillemans, obezitenin son yıllarda Türkiye'de de hızla artış gösterdiğini vurguladı.
     
    Dillemans, dünyada 8 bine yakın operasyonla en fazla obezite ameliyatı yapan bir doktor olarak obezitenin bu hızla yayılmasının çok tehlikeli olduğunu düşündüğünü kaydetti.
     
    Dillemans, "Bu durum, gelecek yıllarda toplumda hem yaşam süresi açısından hem de yaşam kalitesi açısından sorun yaratabilir. Obezite yüksek tansiyon, diyabet, kalp rahatsızlıkları gibi yandaş hastalıkların da artmasına neden oluyor. Bu artışlar da tabii ki yaşam süresini kısaltıyor" dedi.
     
    Dillemans ayrıca, "Obezitenin tedavi edilmesinin yanı sıra asıl önemli olan, bu hastalığı önlemek. İnsanların beslenme konusunda bilinçlendirilmeleri, kişi obez haline gelmişse de bunu tedavi etmek gerekiyor. Bu konuda en etkin çözümde ameliyat" diye konuştu.
     
    "Genç nesil egzersiz yapmıyor"
     
    Genç neslin yeme alışkanlığının ve yaşam şeklinin değiştiğine, egzersiz yapma ve hareket etme sürelerinin azaldığına dikkati çeken Dillemans, çocukların zamanlarının çoğunu televizyon veya bilgisayar karşısında geçirdiklerini, bunun da beslenme şeklini olumsuz etkilediğini belirtti.
     
    Dillemans, "fast food" denilen gıdaların obezite açısından tehlike oluşturduğuna işaret ederek, "Özellikle son yıllarda çocukluk çağında da yaygın olarak görülmeye başlayan obezite, ülkelerin geleceği olan genç nesilleri sağlıksızlaştırıyor. Bu konuda bir taraftan ailelerin bilgilendirilmeleri diğer yandan da hükümetlerin geniş çaplı önlemler almaları gerekiyor" diye konuştu.
     
    Dillemans, vücut kitle indeksi 40'ın üzerinde olan kişilerin yanı sıra kilosu indeksin 35 veya üzerinde olup, obeziteyle ilişkili 2 "yandaş" hastalığı olan kişilere cerrahi yöntemler uygulandığını ifade etti.
     
    Dillemans, "Uygulanan çeşitli cerrahi yöntemlerde komplikasyon oluşma riskleri oldukça az. Ölüm oranları mideye bant takılması yönteminde binde 1, mide küçültme yani by-pass yönteminde ise binde 5. Türkiye'de mideye kelepçe takma yöntemi olarak bilinen bant yöntemi daha yaygın. Bant kötü bir yöntem değil çok yiyen ve yandaş hastalığı olmayan insanlar için iyi sonuçlar alınabiliyor. Ama yandaş hastalığı olanlarda bu yöntemin çokiyi sonuç verdiğini söyleyemeyiz" dedi.
     
    Dillemans ayrıca, "Bu anlamda Belçika'da ve diğer ülkelerde banttan by-pass yöntemine bir akım var diyebiliriz. By-passın diğer yönteme göre birkaç avantajı var. Hem toplam kilo verme açısından hem kilonun korunması açısından hem de kişinin sosyal faaliyetlere katılabilmesi açısından daha olumlu sonuçları olduğunu biliyoruz" diye konuştu.

    28 Kasım 2007 Çarşamba

    Bebek isteyenler dikkat!

    Tiroid bezinin az çalışması kadının hamile kalmasını zorlaştırırken, çok çalışması da erken doğum ve düşüklere neden oluyor.

    Tiroid bezinin fonksiyonel hastalıkları hipertiroidi (tiroid bezinin aşırı çalışması) ve hipotiroidi ( tiroid bezinin yavaş çalışması) olarak ikiye ayrılıyor. Tiroid bezinin yapısal kusurları da var.
     
    Eğer tiroid bezinin boyutları artmışsa bu duruma guatr deniliyor.  Tiroid bezinin yapısı bozulmadan genel olarak hacmi atmış ise düffüz guatr, nodüller oluşturarak yapısı değişmiş ise nodüler guatr olarak isimlendiriliyor.
     
    Acıbadem Sağlık Grubu'nda görev yapan Doç. Dr. Ender Arıkan, bezin az çalışması durumunda ilk üç ayda sorunun giderilmesi gerektiğini söyledi.
     
    Kadınlarda tiroid bezinin az çalışması, hamile kalamamanın dışında önemli sorunlara neden oluyor. Eğer kadın hamile kalmasına rağmen, tiroid bezinin az çalıştığını bilmiyorsa ve sorun ilk üç ayda giderilmemişse, bebekte zeka ve gelişme sorunları ortaya çıkıyor.
     
    İlk üç ayda bebeğin tiroid bezleri gelişmediği için anne karnında büyümesini sağlayan ve annesinden alacağını tiroid hormonlarına ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen bebeğe ihtiyacından daha az tiroid hormonu geçebiliyor. Anne tiroid bezinin az çalışmadığını bilmeyince de bebekte sorunlar ortaya çıkabiliyor.
     
    Bu nedenle, bebek yapmayı planlayan kadınlara mutlaka tiroid bezinin durumunu gösteren testler yapılmasını öneren Doç. Dr. Ender Arıkan, "Durumun önceden bilinmesi önlem alınmasını sağlar. Üç aydan sonra bunu öğrendiğimizde bebek için geç kalmış olabiliriz" dedi.
     
    Tiroid bezinin çok çalışması (Hipertiroidi) halinde kadının  hamile kalmasında problem çıkmıyor. Ama erken doğum ve düşükler görülüyor. Burada sorun iyot eksikliğinden ve oto immün tiroid hastalıklarından (tiroid fonksiyonlarını bozmamış ama bozmaya aday hastalıklar) kaynaklanıyor.
     
    Doç. Arıkan, annelerde oto immün hastalıklardan biri olan Haşimoto'nun bulunması halinde hamileliğin mümkün olduğuna değindi:
     
    "Haşimotoda hafif doz tiroid hormonu verilerek düşük yapması sağlanıyor ancak hamileliğin sürmesinde genel anlamda sakınca bulunmuyor. Eğer hasta iyot eksikliği olan bir yerde yaşıyorsa,  iyot eksikliğinde hem annenin tiroid bezi fonksiyonları bozuluyor, hem de bebeğin gelişiminde aksamalar oluyor. İleri derecede zeka geriliği oluyor.
     
    Günlük iyot ihtiyacı da normalde 150 mikrogram ise annede 200 mikrograma kadar yükseliyor, bu açıdan destek olunması gerekiyor. Annenin mutlaka iyot alması gerekiyor." 
     
    Tiroid bezinin az veya çok çalışmasının dışında bir de, nodüler guatr sorunu var. Bu nodüller hamilelikte kalabiliyor, hamile kalınmasında da bir sakınca yok. Biraz büyüse de tedavi gerekmeyebiliyor. Ancak kişide tiroid kanseri varsa ve hamilelikte anlaşıldıysa, ameliyat hamilelik sonuna kadar bekletiliyor.
     
    Doğumdan sonra anne ameliyat olabilir. Hamilelikte tiroid bezinin çok çalışması halinde üç üyda bir bulantı ve kusmalar meydana geliyor. Kandaki TSH değeri düşüyor, T3 ve T4 hormonlarının oranı yükseliyor. Bu durumda hastaya ilaç verilmesi gerekiyor. Eğer sorun hamileliğin ilk 3 ayında düzelmezse, ikinci 3 aylık dönemde ameliyat olabiliyorlar.
     
    Doğumdan sonra sorunun artacağına değinen Doç. Arıkan, "Hamilelikte bağışıklık sistemi baskılanır. Doğumla birlikte bu baskı ortadan kalkınca, doğum olur olmaz bağışıklık sisteminin cevabı başlar. Hamilelik ve hamilelik sonrasındaki ilaç dozları bu nedenle önemli bir konu. Bu dozları doktor gözetiminde ayarlamak gerekiyor" dedi.
     
    Doğum olunca ilaca ihtiyaç azalıyor, ama bu dozlarda devam edilirse gereksiz ilaç kullanımına bağlı olarak tiroid bezi çok çalışıyor. Bu nedenle dozların doktor tarafından gelişmelere göre ayarlanması hayati önem taşıyor.

    Ýngiltere grip salgýnýna hazýrlanýyor

    İngiltere son yılların en büyük olası grip salgınına hazırlanıyor. İngiltere'de ilaç stoklarının iki katına çıkarılması için gerekli hazırlık tamamlandı.

    Hiçbir önlem alınmaması halinde grip salgınının nüfusun yarısını etkisi altına alabileceği ve en kötü tahminle 750 bin kişinin, en iyi tahminle 55 bin kişinin ölümüne yol açabileceği yolundaki tahminleri temel alan Sağlık Bakanlığı, böyle bir salgının ne zaman ortaya çıkabileceği konusunda tahminde bulunmanın güçlüğünü dikkate alarak tedbirli olma kararına vardı.
     
    Sağlık Bakanlığı'ndaki hazırlıklar, en az nüfusun yarısının virüsten korunmasını sağlayacak şekilde yapıldı.
     
    Hükümetin olası bir salgın sırasında virüsten etkilenen kişilerin ailesine koruyucu olarak ilaç dağıtılması tedbirini benimsediği, ancak var olan 14.6 milyon dozun ancak hastalara yeteceğini düşünerek 15 milyon ilave doz stok etmeye karar verdiği belirtildi.
     
    Olası bir salgın halinde gribe yakalanan kişiler, acil telefon hatlarından görevli doktorlara ulaşabilecek ve onlardan Tamiflu isteyebilecek.
     
    Doktorun yapacağı değerlendirmenin ardından hastaya hızla Tamiflu ulaştırılması sağlanacak.
     
    Uzmanlar, böyle bir salgının en son 1968 yılında yaşandığına, bu tür salgınların 10-40 yıl arasında değişen aralıklarla yeniden yaşanabildiğine dikkati çekiyor.

    23 Kasım 2007 Cuma

    BBC: "Yasadýþý kürtaj sürüyor"

    İngiliz BBC televizyonu, ülkede hala yasadışı yollardan kürtaj yapıldığını ileri sürdü. İngiltere'de kürtaj belirli koşullar çerçevesinde 40 yıldır yasal olarak yapılıyor.

    BBC, gebeliğin 24'üncü haftasına kadar yasal yollardan kürtaj yapılabilmesine rağmen, bazı kadınların koşulları yerine getiremedikleri için yasal olmayan yöntemlerle hamileliklerini sonlandırmaya çalıştıklarını kaydetti.
     
    BBC'ye göre, hamileliğin sonlanmasına neden olabilen ilaçlar karaborsadan rahatça elde edilebiliyor.
     
    Alternatif ürünler sunan Uzakdoğu dükkanlarından da bu amaç için hem bitkisel karışımlar hem de sadece reçete ile satılabilen kürtaj hapı RU486 alınabiliyor.
     
    Birçok hekimin, bu tür yöntemlere başvurmuş ve aşırı kanamayla gelen hastaların varlığını doğruladığı belirtildi.
     
    İngiltere'de kürtaj, belirli koşullar altında yapılıyor. Örneğin; yasadışı yollarla İngiltere'de bulunan veya kendi ülkesinde kürtajın yasak olduğu kadınlar burada kürtaj yaptıramıyor.
     
    Sağlık Bakanlığı ise, İngiltere'de yasadışı yollardan kürtaj yapıldığına dair bir tek delilin bile bulunmadığını bildirdi.

    Saðlýk için ayva tüketin!

    Birçok hastalığa şifa olan ayva, kalp, akciğer, boğaz, mide, göz, bağırsak ve ağız rahatsızlıklarının tedavisinde faydalı oluyor.

    Trakya Üniversitesi'nde görev yapan Prof. Dr. Faruk Yorulmaz, "Romalılar parfümden, bala kadar her şey için ayvanın meyve ve çiçeklerini kullanmışlar" dedi.
     
    Yorulmaz, dünyada en fazla ayva üretimi yapan ülkeler içinde Türkiye'nin de bulunduğunu belirtti:
     
    "Bu mevsimde her yerde oldukça ucuz fiyata ve bol miktarda ayva bulmak mümkün. Ayvanın meyvesi gibi çekirdeği ve yaprakları da işe yaramakta boya ve kozmetik sanayinde, tıpta da ilaç yapımında kullanılmaktadır.

    Ayva, protein, şeker, organik asit, A, B2 ve C vitamini ve demir, bakır, potasyum gibi minerallerden zengin, tohumları ise yağ ve protein içermektedir. "
     
    Prof. Dr. Yorulmaz, ayvanın birçok rahatsızlığın giderilmesi ve korunmasında etkin olduğunu vurguladı:
     
    "Ayva, çocuklarda sağlığı korur, büyüme ve gelişmeyi hızlandırır. Birçok hastalığa şifa olan ayva, kalp, akciğer, boğaz, mide, göz, bağırsak ve ağız rahatsızlıklarının tedavisinde faydalıdır. Her yaşta sinir sistemini güçlendirir, mide ve bağırsakları zararlı mikroplardan koruyarak hazımsızlık gibi sorunları önler. Cildi ve tırnakları zinde, parlak ve daha sağlıklı hale getirir.
     
    Grip ve nezle de iyileşmeyi hızlandırır. Ayva ya da ayva suyu ishalin geçmesi için de çok faydalıdır. Meyvesi veya meyvesinden hazırlanan şurup ve komposto ishale iyi gelmektedir. Vücudun gücünü artırarak, zinde tutmaya yardımcı olarak yorgunluk ve bitkinlikten korur. Ağız kokusunu önler. İçerdiği vitamin ve minarelerle kalp ve damar hastalıklarından koruduğu, varisi önlediği ve varis tedavisine yardımcı olduğu, cinsel gücü artırdığı bildirilmektedir.
     
    Kandaki kötü kolesterolü düşürerek damar sertliğinden korur. Ayva hoşafı ağızdaki yaraların iyileşmesini hızlandırır. Tereyağında pişirilen ayva, balgamı söker, kronik öksürüğe, solunum sistemi hastalıklarına ve bronşite iyi gelmektedir."
     
    Yorulmaz, ayva çiçeği ve kabuklarının da çok faydalı olduğunu belirtti:
    "Ayva çiçeği kaynatılıp içildiğinde annelerin sütünü artırır, kalbi güçlendirir ve baş ağrısına iyi gelir. Ayva kabuklarının kaynatılıp içilmesi, idrar yolu iltihaplarında iyileşmeyi hızlandırır" dedi.
     
    Ağızdaki yaralar, boğazdaki şişlik ve ağrı için ayvanın kendisi ya da yapraklarının kaynatılıp suyu ile gargara yapılabileceğini belirten Prof. Dr. Yorulmaz, dudak çatlamalarını önlemek ya da iyileştirmek içinde ayva çekirdeklerinin kaynatılıp dudakların bu suyla yıkanması gerektiğini söyledi.
     
    Prof. Dr. Yorulmaz, ayva yapraklarının çay gibi demlenip içildiğinde sakinleştirdiğini ve uykusuzluğa iyi geldiğini belirterek, şeker içeriğinin düşük olması nedeniyle şeker hastaları tarafından da yenilebilen bir meyve olan ayvanın hem meyvesi, hem yaprağı, çiçek hatta tohumları ile son derece faydalı bir meyve olduğunu kaydetti.

    22 Kasım 2007 Perşembe

    Gribe karþý saðlýklý beslenin

    Sağlık Bakanlığı, kış aylarının en belirgin hastalıklarından grip ve nezleden korunabilmenin, ''sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenme'' ile mümkün olabileceğini açıkladı.

    Açıklamada, havaların soğuması ile birlikte genellikle yağlı ve şekerli besinlere eğilimin artması, kapalı ortamlarda ve gecelerin uzaması nedeniyle televizyon başında fazla zaman geçirilmesi dolayısıyla vücut ağırlığında istenmeyen yönde değişiklikler oluşabildiği anımsatıldı.
     
    Açıklamada, sağlıklı beslenme için şu önerilerde bulunuldu:
     
  • Dört besin grubunda bulunan çeşitli besinlerden, günde en az 3 ana, 3ara öğünde yeterli miktarda tüketilmeli.
  • Savunma sistemini güçlendirici etkisi olan A ve C vitamini gibi antioksidan vitaminleri içeren havuç, brokoli, kabak, lahana, karnabahar, maydanoz gibi sebzelerin yanı sıra portakal, mandalina, elma gibi meyveler yenilmeli.
  • Gerek C vitamini ihtiyacının karşılanmasında gerekse de sıvı alımınakatkı sağlaması açısından taze sıkılmış meyve sularının tüketimi sıkça yapılmalı.
  • Bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemli etkiye sahip E vitaminini sağlamak için yeşil yapraklı sebzeler, fındık, ceviz gibiyağlı tohumlar ve kurubaklagiller yeteri miktarda tüketilmeli.
  • Kış aylarında mahrum kalınan güneş ışınları, vücudun D vitamini ihtiyacını karşılayamamasına neden olur. Balık, çoklu doymamış yağ asitleri (omega 3), kalsiyum, fosfor, selenyum, iyot minerallerinden alınmalı.
  • Yağ tüketimine özellikle dikkat edilmeli, katı margarin, tereyağı ve yoğun yağlı etlerden uzaklaşılmalı.
  • Kilo kontrolününü sağlanması için saf şeker ve şekerli besinler yerine kepekli ekmek, makarna, bulgur gibi tam tahıl ürünlerinin tüketilmesine dikkat edilmesi gerekir.
  • Enerjisi yüksek hamur tatlıları yerine sütlü tatlılar ve meyve tatlılarının tercih edilmesi ve hareketsizliknedeniyle artan sindirim problemlerinin önlenmesi için fiziksel aktivite yapılmalı.
  • Vücut ısısını dengede tutabilmek amacıyla bol sıvı alımı yapılmalı.
  • Her gün en az 2-2.5 litre su içilmeli.


  • Alkol baðýmlýlarýnýn erkek çocuklarý riskte

    Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görev yapan Prof. Dr. Osman Demirhan, alkol bağımlısı yetişkinlerin erkek çocuklarının, sadece babadan oğula geçen Y kromozomu nedeniyle hafıza ve dil özelliklerinde eksiklikler, okuma kavrayışı ile ilişkili işitme ve görsel dikkat sorunu yaşadığını açıkladı.

    Prof. Dr. Demirhan, uyuşturucu madde kullanımının, sağlam bir toplumsal yapının oluşmasının önündeki en önemli sorunlardan biri olduğunu söyledi.
     
    Alkol tüketimi ve bağımlılığının, uyuşturucu madde kullanımının temel nedeni olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Demirhan, Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, tüketimin Avrupa toplumlarını tehdit eder boyutlara ulaştığını, her yıl Avrupa kıtasında yaklaşık 600 bin kişinin alkol tüketiminin neden olduğu hastalıklar ve yaralanmalar sonucu hayatını kaybettiğini belirtti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolün yarattığı tahribatı önlemek amacıyla yılda 200-500 milyar euro arasında harcama yapıldığını, İngiltere'de yapılan araştırmada, 14 yaşındaki gençlerin yüzde 72'sinin alkol kullandığının belirlendiğini söyledi.
     
    Prof. Dr. Demirhan, Türkiye'de alkol tüketiminin, diğer bazı ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük olmakla birlikte önemli boyutlara ulaştığını anlattı:
     
    "WHO'nun araştırmalarına göre, Türkiye'de 4 milyon alkolik ve 13 milyonda alkole meyilli kişi bulunmakta. Türkiye'de 1970 yılında kişi başınadüşen alkol tüketimi 1.5 litre iken, 1980 yılında 6, 1995 yılında ise 15 litreye ulaşmıştır."
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolün kromozomlara olumsuz yönde etki yapıp çeşitli düzensizliklere yol açtığını belirterek, erkekler üzerinde yapılan çalışmalarda, kronik bağımlılarda kromozom bozukluk riskinin, normal popülasyona oranla daha yüksek görüldüğünü kaydetti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, antisosyal kişilik bozuklukluğu ile seyreden hastalığın toplumda görülme sıklığını gösteren "alkolizm prevalansı"nın erkeklerde kadınlara oranla daha yüksek olmasının temelinde, sadece babadan oğula geçen "Y kromozomu"nun yattığının düşünüldüğünü belirtti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolik kişilerin çocuklarında alkol bağımlılığı gelişme riskinin yüksek olduğunu belirtti:
     
    "Aynı zamanda alkoliklerin erkek çocukları, yapılan tıbbi kontrollere göre, daha fazla 'sinir sistemi rahatsızlığı' sorunu bulunan nörotik kişilik profili, gelişme ve ailesel problemler sergiliyor. Sorun bununla da sınırlı kalmayıp, alkolik kişilerin çocuklarında alkol bağımlılığının gelişme riski, 3-8 kat daha fazla oluyor.
    Son çalışmalarda ise dikkat eksikliği hastalığı ve bir çeşit 'nöropsikolojik rahatsızlık' olan Tourette sendromlu çocukların, yetişkinlerde olduğu gibi alkol ve ilaç kullanımı veya bağımlılığı riski altında olduklarını gösteriyor."

    Prof. Dr. Demirhan, gerçekleştirdikleri "Alkol Bağımlılığının Genetik Yönü" konulu araştırmanın Oxford Üniversitesi'nin Alcohol and Alcoholism dergisinde yayımlanacağını belirtti.

    Hidrosefali 'karýþtýrýlýyor'

    Florance Nightingale'de görev yapan Prof. Dr. Cengiz Kuday, kafa içinde anormal miktarda sıvı birikmesi olarak tanımlanan hidrosefalinin, belirtileri nedeniyle Alzheimer ve Parkinson ile karıştırıldığını açıkladı.

    Kuday, daha çok 55 yaş ve üzerinde görülen bu nörolojik hastalığın, biriken sıvının oluşturduğu basınç nedeniyle sinirlerde gerilmeye neden olduğunu belirtti.
     
    Yürüme bozukluğunun hidrosefalinin en belirgin ve ilk ortaya çıkan semptomu olduğunu anlatan Kuday, yürüme bozukluğunun, hafif dengesizlikten, yürüme ya da ayağa kalkamamaya kadar değişik derecelerde görülebildiğine dikkati çekti.

    Kuday, hastaların genelde ayaklarını kaldıramadıklarını, merdiven çıkma ya da frene basmada güçlük çektiklerini ve düşme görülebileceğini belirtti.
     
    Hastalığın belirtilerini, günlük aktivitelere ilginin azalması, unutkanlık, rutin işlerin aksaması, kısa dönem hafıza kaybı olarak tanımlayan Kuday, insanların genelde dil kabiliyetlerini kaybetmediklerini, fakat herhangi bir problemin olduğu gerçeğini reddedebildiklerini dile getirdi.
     
    Prof. Dr. Cengiz Kuday, hafif olgularda idrara çıkma sıklığında artma görülürken, daha ciddi olgularda mesane kontrolünün tamamen kaybolduğunu vurgulayarak, idrara sık çıkma her 2-3 saatte bir görülebilirken, hastalıkta güçlü ve acil idrar yapma hissi oluşabileceğini vurguladı.
     
    Hastalığın ilerleme oranının değişkenlik gösterdiğini vurgulayan Kuday, hastaların doktora ciddi fonksiyon kaybı ya da özürlülük nedeniyle başvurduklarını söyledi.

    Belirtilerin ortaya çıkma süresinin uzunluğunun, tedaviden fayda görme ihtimalini o oranda azalttığını belirten Kuday, bu nedenle erken teşhisin tedaviden fayda görme açısından önemli olduğunu vurguladı.
     
    Kuday, Alzheimer ya da Parkinson'a çok benzeyen hidrosefalinin farkına da değinerek, yürüme güçlüğünün Normal Basınçlı Hidrosefalide (NBH) ilk bulgu olarak ortaya çıktığını, bu bulgunun parkinsonun titremelerinden
    farklı olduğunu dile getirdi.
     
    Alzheimerda hafıza kaybının erken görüldüğüne, NBH'da ise daha geç ortaya çıktığına değinen Kuday, NBH'nin en önemli farkının tedavi edilebilmesi olduğunu söyledi.
     
    Prof. Dr. Cengiz Kuday, en sık kullanılan teşhis yöntemlerinin ultrason, tomografi ve MR gibi görüntüleme teknikleri ve klinik değerlendirmeler olduğunu vurgulayarak, belden sıvı alınarak da kesin teşhis konulduğunu söyledi.
     
    Kuday, bu hastalığın tedavisinde en etkin yöntemin hastaya "Şant" adı verilen bir aletin takılması olduğunu vurgulayarak, "Şant, kafatası içinde biriken fazla sıvıyı boşaltmak için dizayn edilmiş bir alettir. Takılan alet sayesinde fazla sıvı karın içine boşaltılır. Cerrahi yöntemle bu alet hastaya takılır, sonrasında hasta birkaç gün hastanede kalır" dedi.
     
    Yürüme güçlüğü, hafif unutkanlık ve mesane kontrolü gibi belirtilerin şanttan sonraki birkaç gün içinde iyileşebildiğini ya da iyileşmenin biraz zaman alabildiğini anlatan Kuday, klinik iyileşmenin hastadan hastaya değişiklik göstermesi nedeniyle iyileşmenin ne kadar süreceğini tahmin etmenin güç olduğunu vurguladı.

    21 Kasım 2007 Çarşamba

    Erkek çocuklar riskte...

    Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görev yapan Prof. Dr. Osman Demirhan, alkol bağımlısı yetişkinlerin erkek çocuklarının, sadece babadan oğula geçen Y kromozomu nedeniyle hafıza ve dil özelliklerinde eksiklikler, okuma kavrayışı ile ilişkili işitme ve görsel dikkat sorunu yaşadığını açıkladı.

    Prof. Dr. Demirhan, uyuşturucu madde kullanımının, sağlam bir toplumsal yapının oluşmasının önündeki en önemli sorunlardan biri olduğunu söyledi.
     
    Alkol tüketimi ve bağımlılığının, uyuşturucu madde kullanımının temel nedeni olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Demirhan, Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, tüketimin Avrupa toplumlarını tehdit eder boyutlara ulaştığını, her yıl Avrupa kıtasında yaklaşık 600 bin kişinin alkol tüketiminin neden olduğu hastalıklar ve yaralanmalar sonucu hayatını kaybettiğini belirtti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolün yarattığı tahribatı önlemek amacıyla yılda 200-500 milyar euro arasında harcama yapıldığını, İngiltere'de yapılan araştırmada, 14 yaşındaki gençlerin yüzde 72'sinin alkol kullandığının belirlendiğini söyledi.
     
    Prof. Dr. Demirhan, Türkiye'de alkol tüketiminin, diğer bazı ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük olmakla birlikte önemli boyutlara ulaştığını anlattı:
     
    "WHO'nun araştırmalarına göre, Türkiye'de 4 milyon alkolik ve 13 milyonda alkole meyilli kişi bulunmakta. Türkiye'de 1970 yılında kişi başınadüşen alkol tüketimi 1.5 litre iken, 1980 yılında 6, 1995 yılında ise 15 litreye ulaşmıştır."
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolün kromozomlara olumsuz yönde etki yapıp çeşitli düzensizliklere yol açtığını belirterek, erkekler üzerinde yapılan çalışmalarda, kronik bağımlılarda kromozom bozukluk riskinin, normal popülasyona oranla daha yüksek görüldüğünü kaydetti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, antisosyal kişilik bozuklukluğu ile seyreden hastalığın toplumda görülme sıklığını gösteren "alkolizm prevalansı"nın erkeklerde kadınlara oranla daha yüksek olmasının temelinde, sadece babadan oğula geçen "Y kromozomu"nun yattığının düşünüldüğünü belirtti.
     
    Prof. Dr. Demirhan, alkolik kişilerin çocuklarında alkol bağımlılığı gelişme riskinin yüksek olduğunu belirtti:
     
    "Aynı zamanda alkoliklerin erkek çocukları, yapılan tıbbi kontrollere göre, daha fazla 'sinir sistemi rahatsızlığı' sorunu bulunan nörotik kişilik profili, gelişme ve ailesel problemler sergiliyor. Sorun bununla da sınırlı kalmayıp, alkolik kişilerin çocuklarında alkol bağımlılığının gelişme riski, 3-8 kat daha fazla oluyor.
    Son çalışmalarda ise dikkat eksikliği hastalığı ve bir çeşit 'nöropsikolojik rahatsızlık' olan Tourette sendromlu çocukların, yetişkinlerde olduğu gibi alkol ve ilaç kullanımı veya bağımlılığı riski altında olduklarını gösteriyor."

    Prof. Dr. Demirhan, gerçekleştirdikleri "Alkol Bağımlılığının Genetik Yönü" konulu araştırmanın Oxford Üniversitesi'nin Alcohol and Alcoholism dergisinde yayımlanacağını belirtti.

    Ailesinde saç dökülmesi sorunu bulunanların dökülmeyi ilk hissettiklerinde dermatoloğa başvurması öneriliyor.

    Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Memişoğlu, "Ailesinde kellik bulunanlar, dökülmeyi ilk hissettiklerinde bir dermatoloğa başvurup, tedavi ürünlerini kullanmaya başlamalı" dedi.
     
    Prof. Dr. Memişoğlu, saç dökülmesinin hem erkekler hem de kadınlar için önemli bir sorun olduğunu, ancak gelişen tıp imkanlarının soruna çare bulduğunu belirtti.
     
    Saçlar döküldükten sonra uygulanan saç ektirme gibi tedavilerin zahmetli ve pahalı olduğunu vurgulayan Memişoğlu, son yıllarda çıkan kozmetik ürünler ve ilaçlarla saçları korumanın mümkün olduğunu söyledi.
     
    Memişoğlu, söz konusu ürünlerin çoğu kişide dökülmeye karşı olumlu sonuçlar verdiğini anlattı.
     
    Memişoğlu, "Özellikle ailesinde kellik bulunanlar, dökülmeyi ilk hissettiklerinde tedavi ürünlerini kullanmaya başlamalı. Ancak, bu ürünler bir arkadaş ya da yakının tavsiyesiyle eczaneden alınmak yerine bir dermatolog tavsiyesiyle kullanılmalı" dedi.
     
    Üç ayrı grup

    Memişoğlu, söz konusu ürünlerin sürülenler, şampuanlar ve ilaçlar olarak üç grupta toplandığını, bunların birlikte kullanıldığında daha etkili olduklarını belirtti.

    İlk gruptakilerin saç derisine masajla sürülerek, saç tellerinin ve köklerinin beslenmesini sağlayan ve ampul şeklinde satılan ürünler olduğunu kaydeden Memişoğlu, genellikle yılda iki kez 1 ay süreyle kullanılan bu ürünlerin saçların güçsüzleşerek dökülmesini engellediğini kaydetti. 
     
    Memişoğlu, ilaçların ise tablet şeklinde olduğunu ve besleyici özellikli ve hormonal olarak iki türü bulunduğunu anlattı:

    "Besleyici özelliktekilerin içeriğinde yeşil çay ekstresi, üzüm çekirdeği, buğday özü gibi bitkisel ürünler bulunuyor. Bunlar, saçların güçlenmesini ve dayanıklı hale gelmesini sağlıyor. Hormonal içerikli olanlar ise dökülmeye neden olan hormonal değişimleri düzenliyor.
     
    Hormonal ilaçların tek olumsuz etkisi, kullanan kişilerin yüzde 1-2'sinde cinsel istekte azalma meydana getirmesi."
     
    Memişoğlu, saç dökülmesine karşı olan şampuanların da normal şampuanlardan daha hassas formüle sahip olduğunu ve özellikle sık yıkanan yağlı saçların şampuan nedeniyle gördüğü zararı önlediğini, besleyici özellikleri de bulunduğunu sözlerine ekledi.

    Ailesinde saç dökülmesi sorunu bulunanların dökülmeyi ilk hissettiklerinde dermatoloğa başvurması öneriliyor.

    Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Memişoğlu, "Ailesinde kellik bulunanlar, dökülmeyi ilk hissettiklerinde bir dermatoloğa başvurup, tedavi ürünlerini kullanmaya başlamalı" dedi.
     
    Prof. Dr. Memişoğlu, saç dökülmesinin hem erkekler hem de kadınlar için önemli bir sorun olduğunu, ancak gelişen tıp imkanlarının soruna çare bulduğunu belirtti.
     
    Saçlar döküldükten sonra uygulanan saç ektirme gibi tedavilerin zahmetli ve pahalı olduğunu vurgulayan Memişoğlu, son yıllarda çıkan kozmetik ürünler ve ilaçlarla saçları korumanın mümkün olduğunu söyledi.
     
    Memişoğlu, söz konusu ürünlerin çoğu kişide dökülmeye karşı olumlu sonuçlar verdiğini anlattı.
     
    Memişoğlu, "Özellikle ailesinde kellik bulunanlar, dökülmeyi ilk hissettiklerinde tedavi ürünlerini kullanmaya başlamalı. Ancak, bu ürünler bir arkadaş ya da yakının tavsiyesiyle eczaneden alınmak yerine bir dermatolog tavsiyesiyle kullanılmalı" dedi.
     
    Üç ayrı grup

    Memişoğlu, söz konusu ürünlerin sürülenler, şampuanlar ve ilaçlar olarak üç grupta toplandığını, bunların birlikte kullanıldığında daha etkili olduklarını belirtti.

    İlk gruptakilerin saç derisine masajla sürülerek, saç tellerinin ve köklerinin beslenmesini sağlayan ve ampul şeklinde satılan ürünler olduğunu kaydeden Memişoğlu, genellikle yılda iki kez 1 ay süreyle kullanılan bu ürünlerin saçların güçsüzleşerek dökülmesini engellediğini kaydetti. 
     
    Memişoğlu, ilaçların ise tablet şeklinde olduğunu ve besleyici özellikli ve hormonal olarak iki türü bulunduğunu anlattı:

    "Besleyici özelliktekilerin içeriğinde yeşil çay ekstresi, üzüm çekirdeği, buğday özü gibi bitkisel ürünler bulunuyor. Bunlar, saçların güçlenmesini ve dayanıklı hale gelmesini sağlıyor. Hormonal içerikli olanlar ise dökülmeye neden olan hormonal değişimleri düzenliyor.
     
    Hormonal ilaçların tek olumsuz etkisi, kullanan kişilerin yüzde 1-2'sinde cinsel istekte azalma meydana getirmesi."
     
    Memişoğlu, saç dökülmesine karşı olan şampuanların da normal şampuanlardan daha hassas formüle sahip olduğunu ve özellikle sık yıkanan yağlı saçların şampuan nedeniyle gördüğü zararı önlediğini, besleyici özellikleri de bulunduğunu sözlerine ekledi.

    16 Kasım 2007 Cuma

    30 saniyede bir çocuk ölüyor

    Pnömokok mikrobunun neden olduğu zatürre, menenjit gibi hastalıklar nedeniyle, her yıl 1 milyona yakın 5 yaşından küçük bebek ve çocuk hayatını kaybediyor.

    Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, Türkiye Milli Pediatri Derneği, Türk Pediatri Kurumu, Türkiye Özürlüler Eğitim ve Dayanışma Vakfı 'nın işbirliği ve Wyeth İlaçları'nın katkılarıyla gerçekleştirilen 'Sen Kork, Pnömokok' adlı kampanyayla halkın, pnömokokun neden olduğu zatürre, menenjit, kan iltihabı, orta kulak iltihabı ve sinüzit gibi hastalıklar ve bu hastalıklardan korunma yolları hakkında bilgilendirilmesi hedefleniyor.
     
    Türk Pediatri Kurumu Başkanı  Prof. Dr. Çokuğraş, dünyada her 30 saniyede bir çocuğun pnömokok mikrobunun neden olduğu hastalıklar sebebiyle hayatını kaybettiğini, her yıl binlercesinin de sakat kaldığını anlattı:
     
    "Pnömokok tehlikeli bir mikroptur. Zatürreye bağlı ölümlerin en önemli nedeni pnömokoktur. Pnömokok menenjitine yakalanan her 100 kişiden 15'i ölmekte, 27'sinde işitme kaybı, 11'inde ise kalıcı sakatlık oluşmaktadır." 
     
    Zatürre hastalığının Türkiye'de de bebek ve çocuk ölümlerinin başta gelen sebeplerinden biri olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Çokuğraş, "Zatürre ülkemizde 1 ay-5 yaş grubu ölüm nedenleri arasında yüzde 27 ile ilk sıradadır. Türkiye'de zatürre sebebiyle yılda 7 bine yakın 5 yaş altı çocuğun hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Menenjit ise ülkemizde 0-14 yaş çocuklarda beşinci sıradaki ölüm nedenidir ve ülkemizdeki her dört bakteriyel menenjit vakasının birine pnömokok sebep olmaktadır" dedi.
     
    Pnömokok mikrobu, her 10 yetişkinden 3'ünün ve her 2 çocuktan 1'inin burun boşluğunda hastalık oluşturmadan bulunabiliyor. Bakteri, öksürük ve hapşırıkla bulaşıyor. Pnömokokun sebep olduğu hastalıklar 2 yaşından küçük çocuklarda toplumun  geneline oranla 10 kat daha sık görülüyor, dolayısıyla bu yaş grubunda tüm diğer gruplardan daha fazla ölüme sebep oluyor.
     
    Çocukları pnömokok hastalıklarından korumak için:
     
  • Bebekler ilk 6 ayda anne sütü ile beslenmeli, ileri yaşlarda da yeterli ve dengeli beslenmesine dikkat edilmeli.
  • Çocuklara ellerini düzenli olarak su ve sabun ile yıkamaları öğretilmeli.
  • Çocuklar solunumu olumsuz etkileyebilen ve hastalanma olasılığını artıran tozlu, sigara dumanlı ortamlardan uzak tutulmalı.
       
      Dünya Sağlık Örgütü'nün pnömokok hastalıklarından korunmada en etkili yöntemlerden biri olarak aşılamayı önerdiğini belirten Prof. Dr. Çokuğraş, 2 yaşından küçük çocuklarda da kullanılabilen konjuge pnömokok aşısını anlattı:
       
      "Pnömokok her geçen gün antibiyotiklere karşı daha fazla direnç kazandığından, pnömokok hastalıklarının tedavisi gittikçe zorlaşıyor. Bu da hastalığı önlemede aşılamanın önemine işaret ediyor. Konjüge pnömokok aşısı yaşamın ikinci ayından itibaren kullanılabilen ve uzun süreli koruma sağlayan bir aşıdır.
       
      Anne babalar aşılama ile ilgili detaylı bilgi almak için öncelikle hekimlerine danışmalıdır. Ayrıca kampanyamız dahilinde hizmete girmiş olan 0 8002114545 no'lu danışma hattından ve www.pnomokok.com internet sitesinden pnömokok hastalıkları ve korunma yöntemleri ile ilgili ücretsiz bilgi alabilirler."


    • Her 30 saniyede bir çocuk ölüyor

      Pnömokok mikrobunun neden olduğu zatürre, menenjit gibi hastalıklar nedeniyle, her yıl 1 milyona yakın 5 yaşından küçük bebek ve çocuk hayatını kaybediyor.

      Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, Türkiye Milli Pediatri Derneği, Türk Pediatri Kurumu, Türkiye Özürlüler Eğitim ve Dayanışma Vakfı 'nın işbirliği ve Wyeth İlaçları'nın katkılarıyla gerçekleştirilen 'Sen Kork, Pnömokok' adlı kampanyayla halkın, pnömokokun neden olduğu zatürre, menenjit, kan iltihabı, orta kulak iltihabı ve sinüzit gibi hastalıklar ve bu hastalıklardan korunma yolları hakkında bilgilendirilmesi hedefleniyor.
       
      Türk Pediatri Kurumu Başkanı  Prof. Dr. Çokuğraş, dünyada her 30 saniyede bir çocuğun pnömokok mikrobunun neden olduğu hastalıklar sebebiyle hayatını kaybettiğini, her yıl binlercesinin de sakat kaldığını anlattı:
       
      "Pnömokok tehlikeli bir mikroptur. Zatürreye bağlı ölümlerin en önemli nedeni pnömokoktur. Pnömokok menenjitine yakalanan her 100 kişiden 15'i ölmekte, 27'sinde işitme kaybı, 11'inde ise kalıcı sakatlık oluşmaktadır." 
       
      Zatürre hastalığının Türkiye'de de bebek ve çocuk ölümlerinin başta gelen sebeplerinden biri olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Çokuğraş, "Zatürre ülkemizde 1 ay-5 yaş grubu ölüm nedenleri arasında yüzde 27 ile ilk sıradadır. Türkiye'de zatürre sebebiyle yılda 7 bine yakın 5 yaş altı çocuğun hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Menenjit ise ülkemizde 0-14 yaş çocuklarda beşinci sıradaki ölüm nedenidir ve ülkemizdeki her dört bakteriyel menenjit vakasının birine pnömokok sebep olmaktadır" dedi.
       
      Pnömokok mikrobu, her 10 yetişkinden 3'ünün ve her 2 çocuktan 1'inin burun boşluğunda hastalık oluşturmadan bulunabiliyor. Bakteri, öksürük ve hapşırıkla bulaşıyor. Pnömokokun sebep olduğu hastalıklar 2 yaşından küçük çocuklarda toplumun  geneline oranla 10 kat daha sık görülüyor, dolayısıyla bu yaş grubunda tüm diğer gruplardan daha fazla ölüme sebep oluyor.
       
      Çocukları pnömokok hastalıklarından korumak için:
       
    • Bebekler ilk 6 ayda anne sütü ile beslenmeli, ileri yaşlarda da yeterli ve dengeli beslenmesine dikkat edilmeli.
    • Çocuklara ellerini düzenli olarak su ve sabun ile yıkamaları öğretilmeli.
    • Çocuklar solunumu olumsuz etkileyebilen ve hastalanma olasılığını artıran tozlu, sigara dumanlı ortamlardan uzak tutulmalı.
         
        Dünya Sağlık Örgütü'nün pnömokok hastalıklarından korunmada en etkili yöntemlerden biri olarak aşılamayı önerdiğini belirten Prof. Dr. Çokuğraş, 2 yaşından küçük çocuklarda da kullanılabilen konjuge pnömokok aşısını anlattı:
         
        "Pnömokok her geçen gün antibiyotiklere karşı daha fazla direnç kazandığından, pnömokok hastalıklarının tedavisi gittikçe zorlaşıyor. Bu da hastalığı önlemede aşılamanın önemine işaret ediyor. Konjüge pnömokok aşısı yaşamın ikinci ayından itibaren kullanılabilen ve uzun süreli koruma sağlayan bir aşıdır.
         
        Anne babalar aşılama ile ilgili detaylı bilgi almak için öncelikle hekimlerine danışmalıdır. Ayrıca kampanyamız dahilinde hizmete girmiş olan 0 8002114545 no'lu danışma hattından ve www.pnomokok.com internet sitesinden pnömokok hastalıkları ve korunma yöntemleri ile ilgili ücretsiz bilgi alabilirler."


      • Kadýn tiryakiler daha fazla risk altýnda

        Çin'de yapılan bir araştırma, sigara içen kadınlarda, amfizem ve kronik bronşit gibi akciğer hastalıkları görülmesi riskinin erkeklere göre daha fazla olduğunu ortaya koydu.

        Nanjing Tıp Üniversitesi'nden Dr. Fei Xu, akciğer hastalıklarının Çin'de ikinci sıradaki ölüm nedeni olduğunu kaydetti.
         
        Araştırma kapsamında çeşitli akciğer hastalıkları olan bin 743 kişi ile aynı sayıdaki sağlıklı insanın verileri karşılaştırmalı olarak incelendi.
         
        Araştırmada, incelenen erkeklerin yüzde 50'sinden fazlasının, kadınların ise yüzde 5.3'ünün sigara içtiği kaydedildi.
         
        Araştırmada, az sayıda sigara içenlerdeki hastalık riskinin yüzde 40, orta dereceli içicilerde yüzde 55, ağır içicilerde ise yüzde 77 daha fazla olduğu saptandı.
         
        Kadın sigara kullanıcılarının ise erkeklere göre yüzde 20 daha fazla risk taşıdıkları belirlendi.
         
        Bilimadamları, hastalık riskinin kadınlarda fazla olmasının nedeninin henüz bilimsel olarak ispatlanmış bir nedeni olmadığını belirttiler.


        Karbonmonoksit zehirlenmelerine dikkat!

        Karbonmonoksit zehirlenmeleri, kış aylarında sıkça rastlanan önemli sağlık sorunları arasında yer alıyor.

        Avrupa Acil Tıp Birliği Başkan Vekili Uz. Dr. Ülkümen Rodoplu, Türkiye'de son bir haftada birçok bölgede lodos yüzünden, ev ve iş yerlerinde karbonmonoksit zehirlenmesi olayı yaşandığını, çok sayıda kişinin yaşamını yitirdiğini hatırlattı.

        Rodoplu, karbonmonoksit gazının, vücuda kolayca etki edebildiğini, kanda bulunan ve hücrelere oksijen taşıyan hemoglobine, bu gazın bağlanmasının çok kolay olduğunu kaydetti.

        'Sinsi ölüm' olarak nitelendirilen karbonmonoksidin, renksiz ve kokusuz olduğunu anlatan Dr. Rodoplu, "Fark edilemediği için de zehirlenmeleri de çok ağır ve öldürücü olur" dedi.

        Dr. Rodoplu, ilk yardım gönüllüsü tarafından karbonmonoksit zehirlenmesi belirtilerinin iyi bilinmesi ve erken saptanmasının hayat kurtarıcı olabileceğini anlattı:

        "Karbonmonoksit gazı, kazayla veya intihar amacıyla zehirlenmeye neden olabilir. Ayrıca, kansızlığı olanlar, kronik bronşitli hastalar, kalp ve damar sistemi hastalığı olanlar, yeni doğanlar, hamileler risk grubundadırlar.
         
        Bu kişilerin zehirlenmesi daha kolaydır ve sonuç daha öldürücüdür. Bütan gazı, kömür yakılan soba, ocak ve diğer ısıtıcılar, otomobil egzozundan çıkan duman dahil her türlü duman, bu tür zehirlenmeye neden olur. Evlerin kapalı garajlarında 15-20 dakika çalıştırılan bir aracın egzozu da öldürücü olabilir."
         
        Baş ağrısı, sarhoşluk hissi

        Dr. Rodoplu, karbonmonoksit zehirlenmelerinin ilk belirtilerinin genellikle baş ağrısı, sarhoşluk hissi, kulak çınlaması, yorgunluk vebulantı, düşünmede güçlük, göğüs ağrısı, çarpıntı, uyuşma, deride renk değişikliği, görme bozuklukları ve karın ağrısı olduğunu söyledi.

        Dr. Rodoplu, karbonmonoksit zehirlenmesinde ilk yardımının çok önemli olduğunu kaydetti:

        "Çevre güvenliğinin sağlanmasının ardından karbonmonoksit yayılmış ortamın mutlaka havalandırılması gerekiyor. Zehirlenmiş kişiler, hareket ediyorsa mutlaka temiz havaya çıkarılmalıdır. Gaz renksiz ve kokusuz olduğundan fark edilmeyebilir. Hiç vakit yitirmeden 112 Acil Servis aranmalıdır.
         
        İlk yardım görevlisi, hastanın bol oksijen almasını sağlamalı ve onu uyanık tutmaya çalışmalıdır. Hastanın bilinci yerindeyse sık ve derin nefes alması sağlanmalıdır.
         
        Kalbi ve solunumu durmuşsa, temel yaşam desteği uygulanmalıdır. Bunun için mutlaka eğitim alınması gerekir. Karbonmonoksit zehirlenmesi yaşayan kişinin yüzde 100 oksijene ihtiyacı olduğundan hastaneye götürülmesinde yarar vardır."

        15 Kasım 2007 Perşembe

        Kadýnlar risk altýnda...

        Çin'de yapılan bir araştırma, sigara içen kadınlarda, amfizem ve kronik bronşit gibi akciğer hastalıkları görülmesi riskinin erkeklere göre daha fazla olduğunu ortaya koydu.

        Nanjing Tıp Üniversitesi'nden Dr. Fei Xu, akciğer hastalıklarının Çin'de ikinci sıradaki ölüm nedeni olduğunu kaydetti.
         
        Araştırma kapsamında çeşitli akciğer hastalıkları olan bin 743 kişi ile aynı sayıdaki sağlıklı insanın verileri karşılaştırmalı olarak incelendi.
         
        Araştırmada, incelenen erkeklerin yüzde 50'sinden fazlasının, kadınların ise yüzde 5.3'ünün sigara içtiği kaydedildi.
         
        Araştırmada, az sayıda sigara içenlerdeki hastalık riskinin yüzde 40, orta dereceli içicilerde yüzde 55, ağır içicilerde ise yüzde 77 daha fazla olduğu saptandı.
         
        Kadın sigara kullanıcılarının ise erkeklere göre yüzde 20 daha fazla risk taşıdıkları belirlendi.
         
        Bilimadamları, hastalık riskinin kadınlarda fazla olmasının nedeninin henüz bilimsel olarak ispatlanmış bir nedeni olmadığını belirttiler.


        14 Kasım 2007 Çarşamba

        'Sýrt sýrta' bilgisayardan yüksek radyasyon

        Monitörlerin arka kısmındaki radyasyon ön kısmından çok daha fazla olduğu için 'sırt sırta' konulan bilgisayarlarda çalışanlar yüksek radyasyona maruz kalıyor.

        Gazi Üniversitesi'nde görev yapan Prof.Dr. Nesrin Seyhan, 'Elektronik Manyetik Alan' olarak da adlandırılan radyasyonun doğada çok az miktarda bulunduğunu ve insan vücudunun bundan etkilenmediğini söyledi.
         
        Prof. Dr. Seyhan, ancak teknolojinin gelişmesi ve radyasyon yayan cihazların kullanımının artmasıyla buna maruz kalan kişilerde vücut dengesinin bozulduğunu ve rahatsızlıkların ortaya çıkmaya başladığını bildirdi.
         
        Özellikle günde 8-10 saat geçirilen işyerlerindeki radyasyondan olumsuz etkilenildiğini belirten Prof. Dr. Seyhan, "İşyerlerindeki radyasyon, hassas kişilerde boğazda kuruluk hissi, gözde problemler, başağrısı, alerji, yüzde kızarıklık, uykusuzluk, seslere karşı hassasiyet, işitme zorluğu ve yorgunluk gibi rahatsızlıklara yol açıyor" dedi.
         
        Prof. Dr. Seyhan, alınabilecek basit önlemlerle bu olumsuzlukların azaltılabileceğini belirtti:
         
        "İşyerlerindeki en önemli radyasyon kaynaklarından birisi, bilgisayar monitörleri. Her monitör bir miktar radyasyon yayar, ancak üreticiler monitörleri geliştirirken, karşısında çalışan kişiye radyasyonu en az düzeyde verecek şekilde dizayn ederler. Bu nedenle arka kısımlarındaki radyasyon oranı, ön kısımlarındakinden çok daha fazladır.
         
        İşyerlerinde çalışma düzeni nedeniyle monitörler sırt sırta konulduğunda, iki taraftaki çalışan da yüksek radyasyona maruz kalmaktadır. Ofislerde bilgisayar masaları, mümkün olduğunca yan yana yada birbirine bakacak şekilde yerleştirilmeli. Eğer bu mümkün değilse monitör olarak radyasyon yaymayan LCD monitörler tercih edilmeli.
         
        Ayrıca dizüstü bilgisayarlar, şarjlı olarak kullanıldığında daha düşük radyasyon oranına sahiptir, bu göz önüne alınmalı. Bilgisayar başında uzun saatler kalınmamalı, 2 saatte bir yarım saat ara verilmeli."
         
        Prof. Dr. Seyhan, iş yerlerinde radyasyon oranını azaltmak için alınabilecek diğer önlemleri ise şöyle sıraladı:
         
        "Bilgisayar monitörleri gibi radyasyon yayan TV'lerden de en az 2 metre uzakta durulmalı. Kullanılmayan tüm elektrikli cihazları ya kapalı tutulmalı, ya da fişten çıkartılmalı.
         
        'Dect' olarak da adlandırılan telsiz telefonlar da radyasyon yayar. Mümkün olduğunca kablolu telefonlar kullanılmalı. Fotokopi makinelerinden en az 50 santimetre uzakta durulmalı."

        Zayýflamak için 'light gýda' çözüm deðil

        Özellikle yaz aylarında tüketimi artan ve kilo aldırmıyor gibi algılanan 'light ürünler', 'enerjisi azaltılmış gıda' anlamına geliyor. Zayıflamak için yaşa ve cinsiyete göre bilinçli diyet yapılması öneriliyor.

        Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görev yapan Doç. Dr. Murat Sert,  bisküvi ile başlayan 'light gıda' üretiminin reçelden pirince, çikolatadan süt, yoğurt ve ekmeğe kadar her üründe uygulandığını ve tüketicinin bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadığını belirtti.
         
        Sert, 'light ürünlerin', 'enerjisi azaltılmış gıda' anlamına geldiğini anlattı:

        "'Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği'ne göre, bir ürünün light olabilmesi için, orijinal veya benzeri gıda maddesine göre, enerji değerinin en az yüzde 25 azaltılması gerekiyor. Bir ürünün üzerinde düşük kalorili yazabilmesi için de o ürünün 100 gramında 40 kaloriden az kalori bulunması şartı var."
         
        Yapılan araştırmalara göre light ürün pazarının her yıl yüzde 25 büyüdüğünün belirtildiğini vurgulayan Sert, "Bu büyümede, 'light gıdaların' sanki hiç kilo yapmıyor gibi algılanmasının payı çok büyük. Oysa, bir kişi herhangi bir ürünü bir birim tüketiyor, daha sonra bu ürünün light olanını iki birim tüketiyorsa eskisinden daha fazla kalori alıyor demektir" dedi.
         
        Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de modern çağın önemli sağlık problemlerinden olan şişmanlık ve obezitenin artış gösterdiğine dikkat çeken Sert, "Yapılan araştırmalar, her 5 kadından birinin aşırı kilolu olduğunu ortaya koyuyor. Bu da light ürünlerin kurtarıcı gibi algılanmasına neden oluyor" dedi.
         
        Şişmanlık, diyabet ve metabolik hastalıklar

        Sert, light gıdaların fazla miktarda düzensiz alınmasının, şişmanlık, diyabet ve çeşitli metabolik hastalıkları kamçıladığını anlattı:
         
        "Tıpkı sigara paketlerinde olduğu gibi gıda ürünlerinde de katkı maddeleri ve kalori miktarları okunabilir şekilde yazılmalı. Oysa, günümüzde tüm ürünlerde olduğu gibi light ürünlerin ambalajına baktığınızda karınca duasını andıran yazıları okuyabilmenin ve bu sayede bilinçlenmenin imkanı yok. Bunun yasak savma zihniyetiyle yapıldığı açıkça ortada."
         
        Doç. Dr. Sert, zayıflamak için bir uzmandan yardım alınmasını ve yaşa, cinsiyete göre bilinçli diyet yapılmasını önerdi:
         
        "Eğer light gıdaların bir faydası olsaydı, bunu ilk çıkaran ülke olan Amerika ve ardından bunu uygulayan diğer ülkeler ve Türkiye'de bugün şişmanlık ve obezite sorunu bu kadar çok konuşulmazdı. Bilinçli bir diyet kilo problemini ortadan kaldırır.
         
        Ayrıca, yemek yerken çatal ya da kaşık sürekli elde tutulmamalı masaya bırakılmalı. Bu sayede çiğneme süresi uzadıkça tokluk duygusu oluşumu da kuvvetlenir."

        Merck 5 milyar dolar tazminat ödeyecek

        ABD'li ilaç üreticisi Merck, yan etkileri yüzünden piyasadan çektiği ağrı kesici hapı Vioxx ile ilgili açılan davalardan vazgeçmeleri karşılığında, binlerce davacıya toplam 4.85 milyar dolar ödemeyi kabul etti.

        Şirkete karşı, özellikle romatizma vakalarında ağrı kesici olarak kullanılan Vioxx'ın bazı kullanıcılarda 'kalp krizi ve inmelere' yolaçtığı gerekçesiyle, 47 bin şikayetçiyi temsil eden 26 bin civarında tazminat davası açılmış bulunuyor.
         
        Merck avukatları ile açılan davalara bakan dört hakimden üçü arasında varılan uzlaşmanın bağlayıcı olabilmesi için, davacılardan yüzde 85'inin rızasını alması gerekiyor.
         
        Merck, yan etkilerinin ortaya çıkması üzerine Vioxx'ı 2004 yılında piyasadan çekmişti.

        Dýþ kulak enfeksiyonlarýna dikkat

        Yaz aylarının gelmesi ve deniz mevsiminin başlamasıyla yüzücü kulağı denilen dış kulak yolu iltihaplarında artış görülüyor.

        Kulak Burun Bogaz Uzmanı Op. Dr. İrfan Aksoy, dış kulak iltihabının zaman zaman çene eklemine ve boğaza bile vuran ağrılar yaptığını, hastanın ağzını açmakta bile zorlandığını söyledi.
         
        Duştan veya yüzmeden sonra kulakta kalan suyun başı sağa ve sola sallayarak çıkarılması gerektiğini belirten Opr. Dr. İrfan Aksoy, kulağa koruyucu amaçlı düşük yoğunluklu alkol (yüzde25), mineral yağı damlatılabileceğini söyledi.
         
        Duş veya yüzmeden sonra kulağın saç kurutma makinasıyla ılık üfler şekilde belli bir mesafeden kurutulabileceğini de belirten Op. Aksoy, kulak kanalının giriş kısmının pamuklu çubukla aşırıya kaçmadam nazikçe temizlenmesinin de önemli olduğunu vurguladı.
         
        Bu tip hastalıklardan korunmak için öncelikli olarak girilmesi sakıncalı görülen sahil ve hijyeni kötü yüzme havuzlarına girilmemesi gerektiğini belirten Op. Aksoy, dış kulak problemi olan kişilerin duşta kulak yoluna sabunlu su veya köpük kaçırmamaya özen göstermesi gerektiğini dile getirdi. 
         
        Kulak temizleme çubukları zararlı mı?
          
        Op. Dr. İrfan Aksoy, kulak kanalı enfeksiyonlarının oluşmasında kulak temizleyici olarak kullanılan pamuklu çubukların yanlış kullanılmasının önemli etken olduğunu da anlattı:
         
        "Genelde kulak kaşıntısını gidermek veya kulak tıkandığında açmak amacıyla abartılı kullanılması bu hastalıkta başlıca etken. Kulak kiri varsa bunu daha da ileri iterek kulağın tıkanmasına ve enfeksiyon oluşması için uygun ortamın oluşmasına neden olur.
         
        Kulağın kendini temizleme mekanizmasını ve kulak cildini zedeleyerek bakteri ve mantarların enfeksiyon oluşturmasına karşı olan savunma mekanizmalarını bozar."
         
        Yüzücü kulağı nedir?
         
        Op. Dr. İrfan Aksoy, yüzme veya banyo sonrası dış kulak yoluna kaçan suyun normal şartlarda dışarı çıktığını, kalan suyun da vücut ısısıyla buharlaşarak kulak kanalının kuru kalması sağladığını belirtti.
         
        "Geçici olarak suya maruz kalmak zararsızdır" diyen Aksoy, "yüzücü kulağı  isminden de anlaşılacağı gibi yüzme sporlarıyla uğraşanlarda sık görülen bir dış kulak yolu iltihabıdır. Normal insanlara göre beş kat daha fazla görülür. Bu kadar fazla görünmesi dış kulak yolunun suyla sürekli temas etmesinden dolayı olmaktadır. Yaz aylarında deniz, yüzme havuzu gibi ortamlarda yüzme ve dalma sporlarının yaygın yapılmasıyla normal kişilerde de görülür" dedi.
         
        Dış kulak yolunun yapısı nasıl?
         
        Op. Dr. İrfan Aksoy, dış kulak hakkında da bilgi verdi:
         
        "Dış kulak kanalı düz bir kanal değildir hafif S şeklindedir yaklaşık 3 cm uzunluğundadır kanalın sonunda kulak zarı bulunmaktadır. Kulak kanalı dış ortamdaki seslerin iç kulağa iletilmesinde seslerin güçlendirilmesinde rol oynar.
         
        Üçte ikilik dış kısmı daha kalındır burada cilt altında kulak kiri dediğimiz serumeni oluşturan bezler ve kıl  folikulleri(kıl oluşumunu sağlayan yapılar) bulunur.
         
        Üçte biri ise kulak zarına yakın olan kısmıdır, daha incedir. Dış kulak yolu ph'sı hafif asidiktir. Bu enfeksiyonların gelişmemesi açısından önemlidir.Kulak kiri dış ortamdan gelen toz ve benzeri yabancı cisimleri zamk gibi tutarak daha içeri gitmesini önler.
         
        Kulak kiri ve kulak cildinden dökülen artıklar kulak kanalının kendini temizleme mekanizmasıyla  sürekli olarak dışarı doğru atılırlar."

        Ýnmeli hastada erken tedavi önemli

        İnmeli hastada erken tedavi hayat kurtarıyor. Beyni besleyen damarlarda tıkanıklık gerçekleştikten sonra ilk 3 saatte damar açılırsa yaşamı tehdit eden durum engellenebiliyor.

        Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Talip Asil, inmelerin en sık görülen sebebinin beyni besleyen damarların tıkanması olduğunu belirtti.
         
        Asil, çoğunlukla damar tıkanıklığı oluşmasının nedeninin damar sertliği olarak da bilinen ateroskleroz veya ritm düzensizliği olan kalpten bu damarlara pıhtı atılmasıyla gerçekleştiğini söyledi.
         
        Asil, beyni besleyen damarın tıkanması nedeniyle beynin bir bölgesinin kansız kaldığını ve kısa bir zaman içinde bu bölgedeki hücrelerin öldüğünü belirtti:
         
        "Bu hücrelerin ölmesi beynin bu bölgesinin yaptığı kol ve bacakların hareketi, konuşma gibi bazı fonksiyonların yapılamamasına ve dolayısıyla felçlere sebep olur.
         
        Eğer beyni besleyen damarlarda tıkanıklık gerçekleştikten sonra ilk 3 saat içinde damarın açılması mümkün olursa hastada ortaya çıkacak özür daha hafif olur ve hatta yaşamı tehdit eden bir durum engellenebilir."
         
        İlk 3 saat içinde verilecek damar açıcı ilaçlarla tıkalı damarın açılmasının mümkün olduğunu anlatan Asil, tedavinin hasta açısından olası sakıncaları konusunda oldukça dikkatli olmak gerektiğini belirtti.
         
        Asil, damar açıcı tedavilerin, inme konusunda uzman doktorların denetiminde gelişmiş merkezlerde uygulanması halinde oldukça başarılı sonuçlar alınabildiğini anlattı:
         
        "Ancak bu ilaçlar verilmeden önce en azından beyin tomografisi ile beynin görüntülenmesi, bazı kan testlerinin yapılması ve hastanın klinik durumunun iyi değerlendirilmesi gereklidir. Tüm bunlar sonucunda eğer hastanın bu tedaviye uygun olduğu görülürse damar açıcı ilaçlar hastaya uygulanabilir.
         
        Tüm bu tedaviler inmeli hastaların daha az özür veya hiç özürsüz iyileşmelerini sağlayabildiği gibi bazı hastaların yaşamlarını dahi kurtarabilir. Ancak bu tedavi sadece inmeden sonraki ilk saatlerde yapılabilmekte ve ne kadar erken yapılırsa hasta için o kadar yararlı olabilmektedir. Maalesef inmeli hastaların ancak çok az bir bölümütedavi edilebilecek zaman aralığında uygun merkezlere ulaşabildiği için bu tedavi yönteminden yararlanabilmektedir."

        Kolestrol sigara kadar zararlý

        Kalp krizi açısından önde gelen risk faktörlerinden biri olan kolestrol, sigara kadar zararlı.

        Be Better Sağlık Merkezi kurucusu Dr. Burak Başarır, kolestrolden korunmanın  yollarını anlattı:

        "Kolesterol problemi olan kişilerin sayısı 30'lu yaşlardan itibaren sıklıkla ve artarak gündeme gelmektedir. Medikal yönden ise kolesterol yüksekliği neredeyse sigara ile eşdeğerde tutulmaktadır.

        Kolesterol aldığımız besinlerle, genetik faktörlere ve yaşam tarzına bağlıdır. Görüldüğü gibi genetik dışındaki faktörler insanların elindedir.

        Kolesterolün sık rastlanan sağlık sorunlarından biri olmasında, giderek artan hazır gıda, fast food ve bisküvi, çikolata, şekerli gıda tüketimi en önemli etkendir."
         
        Yüksek lif tüketin!

        Kolesterol düzeyini düşürmek için ilaç ve beslenme düzenlemesine ihtiyaç olduğuna değinen Dr. Burak Başarır, "Kolesterol seviyesinin düşürmenin anahtarı yüksek lif tüketmektir" dedi.
         
        Dr. Burak Başarır, kolestrolü düşürmek için neler tüketmek gerektiğini anlattı:

        "Lif oranı yüksek gıdalar ise entegral ekmek, makarna ve buğday ürünleri, sebze ve meyveler, kuru baklagiller olarak özetlenebilir.

        Özellikle baklagiller (mercimek, nohut, kurufasulye, bezelye, barbunya) içindeki bazı maddeler kolesterol karşıtı çalışırlar ve hızla kolesterol seviyesini düşürürler.

        Sportif aktivite ve egzersiz iyi kolesterol olarak bilinen HDL'nin yükselmesine yardımcı olarak çok önemli bir rol oynar.

        Bayanlarda menapoz sonrası iyi kolesterol hormonal sebeplerle hızla düşmeye başlar ki bu da bayanların kalp krizi riskinin en çok arttığı dönemdir.

        Bitkisel ve hayvansal Omega 3 tüketimi kolesterol seviyesinin düşmesine yardımcıdır fakat tek başına yeterli değildir.

        Bir başka faktör yemeklerin hazırlanış şeklidir, tercih edilmesi gereken, sadece bitkisel yağların tüketilmesi (özellikle zeytinyağı), kızartmalardan uzak durulması, yemeklere, yağı yemek piştikten sonra eklenmesi, buğulama fırın ve haşlamanın tercih edilmesi olmalıdır.

        Tekli (zeytinyağı, badem, ceviz, avokado, fındık) ve çoklu doymamış yağ asitleri(mısır, soya, balık, ayçiçeği) ile doymuş (hayvansal yağlar, süt ve süt ürünleri, çikolata) ve transyağlar (margarin, fast food, bisküvi, şekerleme) tüketimi dışardan alınan kolesterol miktarını kontrol için ana kriteri teşkil etmektedir.
         
        Tekli ve çoklu doymamış yağlar kolesterol seviyesini olumlu yönde etkiler. Trans ve doymuş yağlar ise olumsuz etkirler ve kolesterolü yükseltirler. Besinlerdeki gizli kolesterol süt ürünleri, hazır gıdalar ve bisküvi ve türevlerinde saklıdır. Sadece kırmızı eti keserek çözüme ulaşmak mümkün değildir."
         
        Kahvaltıda:

        Peynir tercihleri her zaman az yağlı olanlardan yana yapılmalıdır. Lor peyniri ve keçi peyniri doğru tercihlerdir.

        Şarküteri tutkunu iseniz  vazgeçemiyorsanız, en masumları hindi füme ve rozbif denebilir.

        Sucuk, salam, sosis ve benzerlerinden kolesterol sıkınıtınız var ise uzak durmanız gerekir.
         
        Balıkçıda:

        Deniz ürünleri karides, kalamar, istiridye yoğun kolesterol kaynaklarıdır. Balık tercihi büyük balıklardan ve ızgara olarak yapılmalı.
         
        Kebapçıda:

        Kebap yerine terbiyeli dana şiş, tavuk şiş, tavuk göğüs ızgara gibi tercihler daha doğrudur. Tavuk derisi de en az kuzu eti kadar sakıncalıdır ve yenmemelidir. Burada gözden kaçanlar genellikle tulum peynir ve süzme yoğurttur.
         
        Kafede:

        Karışık soslardan özellikle mayonezden sakınmak gerekir. Yağ, balzamik ve limon dışında sos kullanmamanız doğru olacaktır. Yemek tercihlerinde balıklı, tavuklu salatalar en iyi tercihlerdir. Makarna için sebze veya domates sosluları tüketmeniz tavsiye edilir.
         
        Kolestrol Diyeti:

        Haftada en az 2 öğün baklagil tüketilecek, mümkün is etsiz hazırlanacak.

        Her gün 2 porsiyon meyve ve 2 porsiyon sebze türevleri, aralarda 5-10 adet fındık veya ceviz veya badem alınabilir. Çerez, cips ve tatlılardan uzak durulmalı.

        Doðum kontrol hapýna dikkat!

        İngiltere'de yapılan yeni bir araştırma, doğum kontrol hapının rahim ağzı kanserine yakalanma riskini artırdığını ortaya koydu. İlaç bırakıldığında ise risk azalıyor.

        Lancet tıp dergisinde yayımlanan ve 52 bin kadın üzerinde yapılan araştırmanın sonuçlarına göre, rahim ağzı kanserine yakalanma riski, doğum kontrol haplarının kullanım süresiyle artıyor.
         
        Bu hapları en az 5 yıl kullananlarda, rahim ağzı kanseri riski hiç kullanmayanlara oranla 2 kat artıyor. Ancak hap bırakıldıktan 10 yıl sonra bir kadının bu hastalığa yakalanma riski bu hapı hiç kullanmayanla aynı oluyor.
         
        Uzmanlar, doğum kontrol hapı kullanan kadınlara düzenli sağlık kontrolü yaptırmalarını tavsiye ediyor.
         
        Uzmanlar, araştırmanın, bir kadının doğum kontrol hapını kullanmayı bırakmasından sonra ne olabileceğini göstermesi açısından önemli olduğuna dikkat çekiyor.
         
        Geçmişteki araştırmalar, doğum kontrol hapı kullananlarda meme kanseri riskinin yüksek olduğunu, ancak yumurtalık ve rahim kanseri riskinin düşük olduğunu ortaya koymuştu.